Devletin sırtı hala Türk müziğine dönük
Alaeddin Yavaşca, 1951 yılında TRT’de icracılığa başladığında dönemin üstatlarına göre ‘Türk müziğinin geleceği’dir. Hayatı boyunca besteleri ve icracılığı ile bu teveccühün hakkını veren Hoca, 54 yılın sonunda devraldığı meşk silsilesinin kendisinden sonra devam etmeyeceğini söylüyor. Zira ne eğitim sistemi ne de tezgâhlarına gelen öğrenciler buna müsait... Alaeddin Yavaşca, bir kolu Itri’ye diğeri Dede Efendi’ye uzanan Türk müziğini ayakta tutan en önemli sanatçılardan biri. 79 yıllık ömrünün 54 senesini müziğe vakfeden hoca, buruk bir tebessümle hatırlıyor maziyi. Konser vermek için gittiği yerlerden izler taşıyan plaketler, yüzlerce CD ve eşi Ayten Hanım’ın renklendirdiği ahşap dekorlar arasında karşılıyor bizi. Arkasındaki duvarda dedelerinin 1675’te kurduğu vakfa ait vakıfname asılı. Sohbet sürerken kâh hüzün kâh kırgınlık yansıyor cümlelerine: “Hiç müzik dinlemiyorum. Dinlerken rahatsız oluyorum. Yıllarca yetiştirmeye çalıştığımız öğrencilerin gittiği yol, bizim yolumuz değil.” Yahya Kemal’in “Çok insan anlayamaz eski musikimizden/ Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden...” beytini haklı çıkarırcasına emeklerinin karşılığını alamamaktan yakınan Yavaşca, iyi yerlere gelebilecek öğrencilerinin Batı müziğinin etkisinden kurtulamadığından şikayetçi.
Divan şairi Sezai Bey’in torunu Alaeddin Yavaşca’nın müzikle tanışıklığı 71 sene önceye dayanıyor. “Kadim ve uyanık bir aileydi; fakat softa değillerdi.” diye tarif ettiği babası ve amcası, çocuklarının eğitimine hayli hassasiyet göstermiş. Biri doktor diğeri avukat iki ağabeyi olan Alaeddin Bey’in ablaları Saime ve Saliha hanımlar, evlerindeki kabul günlerinde misafirlerine şarkı söylermiş. Çocukluğunda sabahları babasının okuduğu Kur’an-ı Kerim sesiyle uyandığını hatırlayan Yavaşca, ablalarından kalan notalar ve ailesinden devraldığı kültürle gelmiş bu günlere.
Türk müziği sevenlerin damağında tarif edilmez tatlar bırakan “Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok, Kimseyi böyle perişan etme Allah’ım yeter, Nerde o günler nerde, Ne bildim kıymetin ne bildin kıymetim...” ve daha yüzlerce parça Yavaşça imzasını taşıyor. Arşivlere geçen bir uzun çaları, 25 taş plağı, 15 tane 45’lik plağı, Cinuçen Tanrıkorur’la yaptığı CD’ler ve Yapı Kredi’den çıkan CD’leri bulunan Alaeddin Yavaşça, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Devlet Konservatuvarı’nın da kurucusu. Geçtiğimiz mart ayında buradaki görevinden ayrılırken duygularını şöyle ifade ediyordu yakınlarına: “Aile reisinin çocuklarından ayrılması çok zor. Kurucusu olduğum okuldan ayrılmak durumundayım ve bu bana vücuttan zorla çıkarılan bir organ hissi veriyor...” Aynı zamanda tıp doktoru olan ve Haseki Hastanesi Başhekimliğinden emekli Prof. Dr. Alaeddin Yavaşca ile hocalarından ve ailesinden kalan hatıralar arasında Klasik Türk Musikisi etrafında bir seyre çıktık. -2005 başlarında İTÜ Konservatuvarı’ndaki görevinizden ayrıldığınız yansıdı basına. Emekli olmak istediğinizi düşünürken Haliç Üniversitesi’nde ders verdiğinizi duyduk. İTÜ’yü neden bıraktınız?
Yeni çıkan yasayla yaş haddinden emekli olanların okulda ders verme imkânı kalmadı. Hocaları tutmak isteyen idare, bir dernek kurarak saati 6 liraya ders vermemizi istedi. Bu komik bir teklif. konservatuvar bünyesinde bir dernek açıldığında pek çok genç hevesle gelecek. Arasında kabiliyetlisi var, kabiliyetsizi var. Akıllısı olduğu gibi biraz mecnunu var... Okulun benimsediği yol beni rahatsız etti. Karakterime uymaz, bu sebeple ‘devam etmiyorum’ dedim. Sonra Haliç Üniversitesi’nden teklif geldi, boş oturmak istemediğim için kabul ettim.
-Kaç kişi etkilendi bu kanundan?
Bizim okuldan 17 kişi. Hepsinin ayrılması, haftada 300 saatin boşalması demek. Dışarıdan bulunan hocalarla boşluk doldurulabilir ama hoca var, hoca var... Bizlerde yılların tecrübesi var. Üstelik şanslı bir nesiliz ve eski büyük bestekârların bize devrettikleri köprü ayağına sahibiz. Zeki Arif, Selahattin Kaynak, Nuri Halil Poyraz, Mesut Cemil gibi hocalardan istifade ettik. Benim hocam Sadettin Kaynak’tı. Onun hocası, Muallim Kazım Bey. Muallim Kazım Bey, Zekai Dede’nin öğrencisi. Yine ders aldığım Suphi Ezgi de Zekai Dede’den ders almış. Zekai Dede İsmail Dede Efendi’ye, o da Uncu Mehmet Efendi’ye bağlı. Uncu Mehmet Efendi’nin hocası ise Üçüncü Selim’in tambur hocası Tamburi İshak. Bu bir meşk silsilesidir. Musiki icrası nasıl yapılır, topluluğu idare ederken nelere dikkat etmek lazım, konsere-radyo programına nasıl bir repertuvar yakışır... Her şeyi onlar öğretti bize. Bu silsile bizden sonra devam etmeyecek maalesef...
-Neden?
Sistem ve anlayış değişti. Ben okulda daha çok, hocalarımın uyguladığı tarzı tercih ediyordum. Böylelikle öğrenciler eski ustaların musiki anlayışı hakkında fikir sahibi oluyordu. Bugün sistem laalettayin bir okul anlayışı içinde gidiyor.
-Hocalarından büyük emanet devalmış biri olarak Türk müziğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Geleceği ne olacak bilemem ama Türk musikisinin klasik eserleri icra edilmedikleri için gözümüzün önünde kayboluyor. Pek çok büyük bestekârın eserini dinlemek mümkün değil artık. Gençliğimde hanımlar ev işi yaparken radyoda Türk musikisi dinler, eşlik ederlerdi. Bugün bırakın eşlik etmeyi o eser sahiplerinin adı bilinmiyor. Ebu Bekir Ağa’yı, Şevki Bey’i bir tarafa bırakalım, Rakım Hoca’yı duymamıştır pek çoğu. Allah’tan Sadettin Kaynak var. O, kaliteyi düşürmeden her kesime uygun eserler ortaya koymuştur, bu sayede bilinir. Ama tek bir isim musikiyi kurtarmaya yetmez. Geçmişe ait devasa bir hazinenin üzerinde oturuyoruz. İnsanlardan esirger, vermez, küçümserseniz geçmişinize ihanet etmiş olursunuz.
-Bunun vebali kime ait?
Bilmiyorum, ama maksatlı olduğu kanaatindeyim. Eldeki hazinenin büyüklüğü ilgililerin malumu olmalı. Bu hangi zeminin kurgusuyla yapılıyor onu bilemiyoruz. Belki de biliyor, söylemek istemiyoruz... TRT de bu hale geldikten sonra fazla konuşmaya lüzum yok. Tek maksatları eğlendirmek ve izleyicinin göz zevkini tatmin etmek. Kulak ne yaparsa yapsın.
-Türk musikisinin elit kesimin müziği olduğu, bu sebeple halk tarafından kabul görmediği iddia ediliyor. Gerçekten saray müziği midir Klasik Türk Müziği?
Olsa ne yazar. Batı müziği, o koca senfoniler saray müziği değil midir? Mozart, bestelediği senfoniyi sarayda icra etmek için her yolu denermiş. Çünkü toplumun seçkin kesiminin takdirini kazanan eserler kalıcı olur. Havâsın benimsediği değer ve kültürleri geri plana atıp avâmın kültürünü tercih etmek, kaos yaratmak ve toplumun kültürünü mahvetmek demektir. Batılı hala Mozart’ı, Beethoven’i dinliyor ve onunla gurur duyuyor. Biz ise Türk musikisinin değerlerini ne radyolarda ne konserlerde bulabiliyoruz. Türkiye’nin bugünkü ahvali bu. Alaturka olan her şey kötüdür kanaati var bilinçaltında.
-Bu bilinçaltının arkasında ne var?
Osmanlı’dan kalan her şey devrinin özelliklerini ve kültürünü yansıtıyordu. Cumhuriyet kurulduğunda kendi özelliklerini tesis etmek isteyince devraldıklarını adı üstünde, alaturka kabul etti. Fes gitti, şapka geldi. Harf devrimi yapıldı... Bunlara itiraz etmiyorum. Ama fikirler daha önemlidir. Bir zamanlar Türk’e ait ne varsa kötü diye dayatıldı. Bugüne kadar da ne bu fikri aşabildiler ne de kendilerini. Aileler çocukları daha iyi bir eğitim alsın diye yurtdışına gönderiyor. Giderken Türkiyeli olan genç, levanten olup geri dönüyor. Bir toplum gelişmeye açık olacak tamam ama kendisine ait hasletlere de sahip çıkacak. Bizde orantı ters işledi. Atatürk ülkeyi kurduğunda kafasında şekillenmiş pek çok şey vardı. Bunları çevresindekilere dikte etti. Vefatından sonra herkes onun söylediklerinden kendi anladığını uygulamaya çalıştı.
-Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk musikisinin yasaklandığından bahsediliyor? Türk müziğini çok sevmesine rağmen Atatürk’ü buna iten de aynı düşünce mi?
O hikaye şöyle: Mısırlı bir kadın sanatçı, Münir el Mehdiyye konser için Türkiye’ye geliyor. Sarayburnu’ndaki konsere Atatürk de gidiyor. Konserden önce bir caz grubunun, arkasından da Eyüp Musiki Cemiyeti’nin sahne alacağı söyleniyor. Caz orkestrasının smokinli fertleri hep birlikte gelip oturuyor. Enstrümanlar metalik ve üflemeli, perdeler sabit, akorda gerek yok. Eserlerini peş peşe çalıp kalkıyorlar. Sonra başlarında bestekar, kemani, rebabi Mustafa Sunar’ın olduğu gariban Eyüplü gençler çıkıyor. Hepsi ariyet giyinmiş. Bütün enstrümanlar telli. Başlamışlar akort yapmaya. Sazlı çalgılar farklı bir ortama girdiklerinde kolay akort tutmaz, tutsa da hemen bozulur. Programa girmişler ama başıbozuk bir icra... Atatürk her şeyden önce disiplin ve intizama çok düşkün bir askerdi. Sinirlenerek “Ne bu rezalet, kaldırın şunları.” diyor. Kaldırın dediği program. Orada bulunan peşin hükümlü monşerlerden iki kişi, isimleri bende mahfuz, dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan Bey’e “Atatürk Türk müziğinin kaldırılmasını istedi.” diye yetiştiriyor. Böylece radyolarda Türk musikisi icrası yasaklanıyor. Atatürk iki yıl sonra tesadüfen öğreniyor durumu ve hemen Münir Nurettin’in radyoda canlı bir konser vermesini istiyor. Yasak da böylece kalkıyor.
-Atatürk’ün müzikle ilgisi sadece dinleyici olmakla mı sınırlı?
Sanatçılara eşlik edermiş, bir ara ders de almış. Bunu sonradan meşhur İpekçi ailesinin gelinleri Neyyire Hanım’dan öğrendim. Lebibe Hanım’la birlikte Lale Nerkis kardeşler adıyla plak da çıkarmışlardı. Münir Hoca’yla evlerindeki bir meşke katılmıştık. Sonra ben devam ettim. Bir seferinde Neyyire Hanım, “Atatürk bizim dayımız Tevfik Kılınççıoğlu’ndan musiki dersi alıyordu.” dedi.
-Peki teşvik etmiş mi sanat müziğini?
... Bu konuda Atatürk’ü suçlamıyorum. Her gece meclisinde sanatçılar var ve dışarıda ne olup bittiğinden haberdar değil. Nerede olsa sanatçıları oraya davet ediyor. Melek Tokgöz’ü, çok keyifli olduğunda Safiye Hanım’ı, Hamiyet’i çağırıyor. Müzeyyen sonradan katıldı aralarına. Ancak mesele şu: Batı musikisi konservatuvarını, operayı, baleyi kurdurmuş. Gelişmeye kararlı isek Batı’nın kültür ve sanatına yabancı kalmamalıyız elbette. Ama bunu yaparken toplumun ruh halini ifade eden sanatı geliştirmek ve muhafaza etmek de şart. Atatürk’ün hayatı zamanında nasip olmamıştır belki konservatuvar açmak, sadece Batı için açmıştır. Yahut belki de o nasıl olsa olur diye bir zehaba düşmüştür. Sonuç itibarıyla biz 1944’ten 75’e kadar bunun mücadelesini verdik. Tek parti döneminde uğraştık, Demokrat Parti kurulduktan sonra uğraştık, Milli Birlik Komitesi zamanında uğraştık. Ancak Süleyman Demirel başbakan olduktan sonra gerçekleşti arzumuz. Neticede Teknik Üniversite’deki konservatuvar kuruldu.
-Neden bu kadar uğraşmanız gerekti?
Bunlar derin mevzular. Girmek istemiyorum. Devlet isteseydi daha erken olurdu.
-Devlet neden kendi değerlerini dışlıyor?
Yetki sahibi kimselerin çok yönlü olması lazım. Sadece kendi mevzusuyla uğraşan insanlar için müzik geleceğe dönük bir anlam taşımaz. Bunun başka izahını bilmiyorum. Rahmetli İsmet Paşa da Türk musikisini sevmez, Batı müziği ile ilgilenirdi. Ama hiç olmazsa onu seviyordu. Yalnız Batı müziğini fazla sevmiş olması Türk musikisine o zamandan itibaren çok zarar verdi. Devlet Türk müziğine sırtını döndü. Ama devletin sahip çıkmadığına halkı sahip çıktı. Musiki derneklerinin doğmasının nedeni, devletin imkân vermemesiydi. Bugün hâlâ devletin sırtı bu musikiye dönüktür.
-Bugün konservatuvarda verilen eğitimden memnun musunuz?
Hayır. Müfredatta çok değişiklik yapmak, müziğin eğlenceden ibaret olmadığını anlatmak lazım. Televizyonun yetiştirdiği çocuklar geliyor konservatuvara. Bütün emelleri pop sanatçısı olmak. Siz istediğiniz kadar bir şeyler öğretmeye çalışın... Bazen iyiler çıkıyor aralarından. Ama bizim istediğimiz oranda değil. Ne yapmak istediklerini bilmiyorlar. Herkesin kafası çok karışık. Siyasetçilerin, felsefecilerin, sanatçıların... Biz yaşadığımızı yaşadık, sonrası iyi olur inşallah...
-Geniş bir arşiviniz olduğunu duydum...
15 binden fazla nota var elimde. Plak arşivim eskisi kadar zengin değil, bir kısmı çalındı maalesef. Yine de eskilerden bugüne pek çok kişinin kaydı var. Bazen meraklıları gelip kendileri için çoğaltıyorlar. Ancak ticari maksatlı bir çaba içine hiç girmedim. Elimdeki kayıtların meraklılarına ulaşmasını ben de çok isterim ama bunu kim yapacak? İnsanlara güvenim kalmadığı için girmiyorum bu işe. Arşivimi bırakabileceğim birkaç yer var ama hangisine bırakacağıma karar vermedim.
-Dersler dışında müzik çalışmalarınız sürüyor mu?
Beste yapmaya devam. Elimde okunmamış çok fazla beste var. Kim, nerede, ne zaman okuyacak hiç bilmiyorum. İnsanların arkasında koşup, benim bestelerimi okuyun diyemem. Yetiştirdiğim çocuklar gelmiyor buraya. Ben onların ayağına gitmem... 600 küsur bestem var. Saz eserleri, etüdler, medhaller, marşlar, çocuk şarkıları... Ayrıca klasik anlayışı içinde takımlar da yaptım. Türk musikisinde takım yapmak mühim ve zordur. Rahat-ül Ervah, Hisar ve Şehnaz makamında 3 takımım var. Bu makamlar kullanılmıyor artık. Her takım; peşrev, saz semaisi, ağır semai ve yürük semaiden oluşuyor. Bir de evc mâye makamında çalışmam var. Hocam Zeki Arif Bey o makamı hayata geçirmeye çalışmıştı. Peşrev ve saz semaisini yaptıktan sonra sıhhati bozuldu. Sen tamamla diye vasiyet etti. İki tane de kâr-ı nâtık çalışmam var. Beyit beyit ilerleyen bu eserlerde, her beyit içinde bir makamın ismi söylenir. O beytin de o makamda bestelenmesi gerekir. Benim yaptığım kâr-ı nâtıklar 28 beyit yani 28 makamdan oluşuyor. Güfteleri Prof. Dr. Mustafa Tahralı’ya ait. O olmasa bu tarzda çalışma yapmanın imkanı yoktu. Sadece bestekâr değil, güfte yazarı da kalmadı.
-Bestelerinizden kaçı icra ediliyor bugün?
Ortada dolaşan yüzü bulmaz.
-Diğerleri ne zaman ulaşacak dinleyiciye?
Hiç bilmiyorum. Ama ben hayattayken bunun olacağını sanmıyorum. O arzu ve hevesim yok. Evimde 3 sene öğrencilerimle meşk yaptım. Nadide parçaları çalıştık. Takip ettim, o çocuklar kendilerine geçtiğim eserlerin tek birini bile almadılar repertuvarlarına. Demek ki boşa çalışmışım. Piyasadaki parçaları okumak için kuyruğa giriyorlar. Doğru icra edilmiş klasik parçaları dinlemek isteyen bir kesim var; onlar da sessiz kalıp taleplerini iletmiyor. Halk müziği için Türkiye’nin her yerinden telefonlar yağıyor kurumlara. Falan parçayı dinletmiyorsunuz diye şikayet ediyorlar. Türk musiki si seven bir kişi kalkıp TRT’yi aramıyor. Halk ısrar ederse ıslah olma ihtimali var.
-Ses Dergisi’nin bir yarışmasında Zeki Müren’le yarıştırılmışsınız...
Bir değil iki defa yarıştık. 1953 veya 54 yılıydı. İlkinde halk katıldı oylamaya, ikincisinde sanatkârlar. İkisinde de ben birinci oldum.
-Sonra ne değişti ki Zeki Müren sanat güneşi oldu?
Gazinolarda, halkın düşünemediği, göremediği, topluma ters gelen şeyleri yapanlar tercih ediliyor. Bu özelliklerin hepsi vardı Zeki Müren’de. Kıyafeti, davranışları... Gazinolarda sarhoş eğlendirmeye başladı. Sanat güneşi dendi sonra. Yazık güneşe...
-Peki icracılığı nasıldı?
Radyoda ilk zamanlar iyi okuyordu. Sahneye çıkmayıp radyodaki gibi devam etseydi iyi bir sanatçı olabilirdi. O tercihini yaptı.
-İstanbul’da müzik camiasıyla tanışıklığınız nasıl gelişti?
Lise için geldim. O sıralar kanuna merak salmıştım. Artaki Candan’dan kanun dersi almaya başladım. İstanbul Erkek Lisesi’ndeki hocam neyzen Hakkı Süha Gezgin musiki ile ilişkimi öğrenmiş. Bir gün dersten sonra çağırdı. Her salı ve cuma akşamı evinde yapılan fasıllara davet etti. Kanun öğreneyim derken eski fasılların içine düştüm böylece. Alanında en iyi hanende ve sazendeler katılırdı o fasıllara. Orada Süleyman Erguner’i tanıdım. O Sadettin Kaynak’la tanıştırdı. Daha 18 yaşındaydım. Zeki Arif Hoca 1951’de radyoda dinlemiş ve arkadaşlarından beni bulmalarını istemiş. Yıllarca meşk ettik hocayla. Sonra Münir Nurettin Selçuk’la, doktor Subhi Ezgi ve Nuri Halil Poyraz’la tanıştık. Subhi Ezgi Beykoz’da otururdu. Her pazar Sultanahmet’ten oraya giderdim. Huysuz bir ihtiyardı ama beni severdi. Bazen kapıda karşılar, “Mizacım bozuk bugün, ders yapmayalım. Gel bir kahve iç git.” derdi.
-Bu insanların sohbetinden istifade etmiş, onlarla meşk etmiş biri, bugün kimleri dinler? Dinlediğinizde sizi etkileyen kimse var mı?
Hiç müzik dinlemiyorum. Dinlerken rahatsız oluyorum. İyi okuyanları da yolundan çıkarıyorlar. Çok şeyler beklediğim insanlar vardı. Televizyonda bir bakıyorum oynayarak şarkı söylüyor. Böyle bir tablo ile karşılaşmaktansa karşılaşmamayı tercih ederim. Çok şeyler beklediğim insanlar bulundukları ortamın içinde kaybolup gidiyor. Gittikleri yol bizim yolumuz değil.
Ayşe ADLI
Aksiyon Dergisi
21.11.2005