Alaeddin Yavaşca ile Hasbihal
Yaklaşık bir sene önce değerli büyüğüm Nevzat Atlığ'dan telefon numarasını aldığım kıymetli sanatkar Alaeddin Yavaşca’dan bir mülakat talebi almam neden bu kadar uzun sürdü bilmiyorum. Biraz çekingenlik biraz da ihmal dolayısıyla bir yıldan fazladır düşündüğüm halde bir türlü hayata geçiremediğim bu görüşmeyi nihayet şubat ayının sonlarında, ders verdiği Haliç Üniversitesinde gerçekleştiriyordum. Artık eşine az rastladığımız bir seviye ve birikimin numunesi olan bu değerli hocayı kendimi bildiğim bileli radyodan yükselen kusursuz yorumu ve güzel besteleriyle tanıyordum. Nedense asansör yapılmamış binanın üst katlarından birinde yer alan konservatuar bölümüne çıkana kadar nefes nefese kalarak henüz imtihanı bitmemiş olan Alaeddin Yavaşca'yı sınıflardan birinde beklemeye başladım. Koridorlardan şarkı ve tirad sesleri yükseliyordu. Uzunca bir bekleyişten sonra sona eren imtihanın ardından kendisini öğretmenler odasında bulmam zor olmadı. Mensup olduğu jenerasyona ve tabiatına has zerafetiyle beni kabul etti. İlerlemiş yaşma rağmen son derece dinç duruşu ve itinalı kıyafetiyle temayüz ediyordu. Öğretmenler odasından bir ahşap bölmeyle ayrılan odada, bitişikten gelen kanun sesleri eşliğinde sohbetimize başladık. Kendisine ilk olarak doğum yeri ve tarihini sordum.
- 1926 yılı Mart ayında Kilis'de doğdum.
- Doğduğunuz aile muhitini merak ediyorum. Sanırım dedeniz Divan şairiymiş.
- Biliyorsunuz soyadı kanunu çıktıktan sonra herkes o kanun gereği bir soyadı aldı. Bizim öyle değil, çok eski bir aile adıdır Yavaşca... 1675 yılında tanzim edilmiş bir vakfiyesi var. O zamanın yazısıyla yazılmış bu vakfiyeyi çerçevelenmiş halde muhafaza ederim. 1675 Yavaşcazade Süleyman Çelebi... Ebaen ced yani maziden gelen bir Yavaşca soyu var. Biz değiştirmedik, Yavaşca soyadını devam ettiriyoruz. Şair olan dedem Yavaşca Sezai Efendi'dir.
- Ailenizde musiki ile uğraşan var mıydı?
- Aktif olarak yok. Fakat musikiye istidadı olan ağabeylerim, ablalarım vardı. Hatta ablalarımdan birisi Sedat Öztoprak'm talebesi Tacülrical Hoca'dan nota ve ud öğrendi. Daha o zaman İstanbul'dan Kilis'e notalar getirmiştir. Onlar hala bende durur. Evimizde daima bir müzik sesi mevcuttu. Hanımların o muhitte enteresan olan bir teşebbüsü vardı. Her ailenin haftanın belirli bir günü kabul günüydü. Hem müzik hem sohbet yapılır, eve bir hareket bir sosyal dayanışma gelirdi. Bunun karşılığı olarak da aynı toplantıların devamı erkekler için gece selamlıkta olurdu. Bu sefer hanımların eşleri toplanırdı. Müzik yapılır, sohbet yapılır zamanın politikası olsun fikir hareketleri olsun tartışılır, çaylar içilirdi.
- Efendim eskiden cemiyetimizde çok önemli bir yeri olan şifahi kültürümüzün örneği değil mi bütün bunlar?
- Tabii. Kilis aslında kültür bakımından eski ve köklü bir yer. Şöyle bir durum da var. Yavuz Sultan Selim'in zamanında ordu Mısır topraklarını aldıktan sonra dönerken Çekmecelizade isminde bir ilim adamı ruhsat alıyor "Ben burayı sevdim, burada yerleşmek istiyorum diyor. Aslı İstanbul'un Büyükçekmece'sinden. Kilis'de yerleşiyor ve böylece aşağı yukarı on altıncı yüzyılın başında Kilis'de bir okul açıyor ve oradan bir çok kimse yetişiyor. Kilis'in kültür şehri oluşunun tohumları o devirde atılıyor. Çekmecelizade sülalesinin de bugün hala izleri mevcuttur. İlm-i fıkıh, ilm-i mantık, dini ilimler o devirden başlamak üzere bu zamana intikal ediyor. Uyanık bir şehirdir. Fakat coğrafi durumu dolayısıyle maalesef köşede kalmıştır.
- Şehir eski hüviyetini kayıp mı etti?
- Eskiden sahip olduklarını yeniden kazanmak arzusu var. Kilisli iş adamlarının gayretleri de var. Üniversite kurulması için çabalar da mevcut.
- İlk, orta ve lise tahsilinizi Kilis'de mi yaptınız?
- O zaman lise yoktu. Hatta Gaziantep Lisesi bile benim gençlik yıllarımda kuruluş halindeydi. Konya Lisesi en yakın lise oluyordu. Ben de lise birinci sınıfta Konya Lisesi'ne yatılı olarak yazıldım. Ertesi sene felaket bir soğuk oldu, eksi kırk iki... Okulun yatakhanesi çatı katında. Tek bir battaniye, küçücük bir soba... Yangın çıkacak diye korkar ve uzun uzadıya yakmazlar. Bu şartlar altında hastalandım ve o seneyi kaybettim. Sonra ailece İstanbul'a geldik. İstanbul Erkek Lisesi'ne girdim. O sene benim Kanuni Artaki ile bir tanışmam oldu. Gerçi nota biliyordum. İlkokulun dört ve beşinci sınıflarında batı müziği Schubert metoduyla keman dersi almıştım. İstanbul bu işin kaynağı olduğu için imkanlar çoğalmıştı. Böylece Artaki ile kanun çalışırken, İstanbul Erkek Lisesi'nde edebiyat hocası olarak karşıma Hakkı Süha Gezgin çıktı. Aynı zamanda neyzen ve Emin Dede'nin de talebesiydi. Divan Edebi-yatı dersi görüyoruz, bazı çocuklara gazel tarzında şiir okuttu fakat beğenmedi. Bunun üzerine ben talip oldum, okudum. Sen aruzu ne zaman öğrendin dedi bana. Arkasından da sende müzikal bir eğilim var diye ilave etti. Anlattım, dersten sonra beni muallimler odasına götürdü. "Haftada iki gece benim evimde fasıl meşki var. Kanununu al gel" dedi. Daha kanuna yeni başlamışım, "sesin var mı" diye sordu. "Var diyorlar" diye cevap verdim. Salı ve cuma akşamları muntazam geleceksin dedi. Başlayış o başlayış. Batıdan Türk musikisine iyice döndük. Doktor Selahaddin Tanur bizim fasıl hocamızdı. Tanbüriydi ve klasik tanbur tarzının üslubunun Suphi Ezgi ile beraber son temsilcilerindendi. Kayıtları da vardır bende. Biz 1943-44 senesinden itibaren o meşkin 1952 ye kadar müdavimi olduk. Lise hayatımda başladım, üniversite hayatımda devam ettim. Fasıl meşkleri çok hoşuma gitmişti. Ben usulleri tamamen Hakkı Süha Gezgin Hoca'nm evindeki toplantılarda öğrendim.
- Hakkı Süha Gezgin Mehmet Akif in de yakın dostuydu.
- Onun dışında Neyzen Tevfik'in her sıkıntısında baş vurduğu insan Hakkı Süha Gezgindi. Vakit Gazetesi'nin baş yazarıydı. Ömer Seyfettin ile çok alakalıydı. Çok yönlü bir insandı. Ondan asıl insanlığı öğrendik. Musiki ve edebiyattan önce... Kısa zaman içinde hoca talebe ilişkisini aşıp arkadaş gibi olduk. Bu arada üniversitedeyken de üniversite korosuna girip kısa zaman içinde koronun solisti oldum. 1947,48,49 senelerinde İstanbul Radyosu tecrübe yayınları yapıyordu. 1950'de resmen kurulmuştu. Bu tecrübe yayınları esnasında biz radyodan saat aldık. Orada solist olarak da okudum. O sıralar, Tepebaşı'nda Komedi Tiyatrosu vardı. Bazı konserler orada olurdu. Biz de üniversite korosu olarak konserimizi verdik, orada da solo okudum. Neyzen Burhaneddin Ökte heyecanla sahneye çıktı. Ben de Dede Efendi'nin bestekarlığa adım attığı ilk eser olan "Zülfündedir benim baht-ı siyahım adlı eserini okumuştum. Zor bir eser. Hatta gözyaşlarını tutamadı, dinleyicilere şöyle bir ifadesi oldu. "Kusura bakmayın" dedi "o kadar heyecanlandım ki dayanamadım kendimi sahneye attım. Hep düşünürdüm, Münir Bey'den sonra acaba kim yetişecek diye bir endişem vardı. O endişem çok şükür bugün zail oldu, müsaade ederseniz bu genç solisti öpmek istiyorum." dedi. Konsere, İstanbul Radyosu'nun o zamanki müdürü de gelmişti, radyoda da yayın yapmamızı istedi. Bir gün, Türk Müziği müdürü olan Cevdet Çağla beni çağırdı ve dedi ki: "Bak şu masanın üzerinde duran mektuplar senin için geldi. Üniversite korosunda okuduğun üç dört şarkı tatmin etmiyor illa sana ait bir seansın olmasını istiyorlar. Önümüzdeki günlerde imtihan açılıyor artık bu işi halledelim" dedi. imtihana öyle girdim ben. Böylece imtihanı Arif Sami Toker ile ikimiz kazandık. Zaten komşuyduk. Ben Sultanahmet'te şimdi Edebiyat Vakfı'nm yanında olan otelin yerinde eskiden bir ahşap konak vardı onun üst katında on beş sene oturdum. Bizim gelişmemiz, radyoya intikalimiz böyle oldu. 1951 yılında da Mesut Cemil geldi. Bir kadro kuracak. Ben de 1945 de liseyi bitirip Tıbbiyeye girdim. O arada da İbnül Emin'in evinde pazartesi geceleri yaptığı toplantıların müdavimi oldum.
- Oraya davetli olmak da kolay bir iş değilmiş.
- Müzikli yaptığımız bu toplantılar vefatına kadar devam etmiştir. Orada muhit itibariyle çok şansımız oldu değerli kişileri tanıdık. Mesela Hakkı Süha Bey'in evinde yaptığımız fasılların ki her ayda iki fasıl geçerdik. Çünkü kırk elli eser olan fasıl vardır. Faslı meşk ettikten sonra ertesi ay icraya geçerdik. Sami Mortan'm Kabataş iskelesi'ndeki sette bir evi vardı. Namı da Çerçöp Sami idi. Çünkü şiir yazdığı zaman Çerçöp mahlasını kullanırdı. Hiciv yazardı. Ayın birinci cumartesisi onun evinde, meşk edilen birinci fasıl icra edilir oraya İstanbul'un şairleri, edipleri, üniversite hocaları, değişik konularda kalburüstü şahsiyetler dinleyici olarak katılırlardı. İkinci cumartesileri öğleden sonra da Hakkı Süha Bey'in evinde ikinci faslın icrası yapılırdı. Saadeddin Kaynak ile ben orada tanıştım ve onunla meşke başladık. Bu, 1940'lı yıllara düşüyor. Süleyman Erguner ile de o zaman tanıştık. Onun evinde dini musikinin yasak olduğu devirde biz ayin meşki yapardık. İstanbul Radyosu tecrübe yayınları yaptığı zaman hangi ayinlerin hangi bölümleri saz eserleri tarzında birleştirilirse ilgi uyandırır diyerek bu yasak devrede ayinlerin değişik yerlerinden aldığımız parçaları yan yana getirmek suretiyle bir potpori anlayışı içerisinde radyoya aktarırdık.
Acaba bunlar arşivde duruyor mu?
- Aslında olması lazım çünkü o zaman içten dışa çalan büyük plaklar vardı. Fakat biliyorsunuz bizde arşiv fikri hala doğru dürüst teessüs etmemiştir. Ayak altındaydı bunların çoğu.
- Efendim herhalde yurt dışında da konserler vermişsinizdir. Ben Avrupalı hin Türk musikisine bakışını merak ediyorum.
- Türk toplumunun bakışından daha iyidir. Berlin'de mükerrer konserlerim oldu. Hamburg, Ahen, Paris, Amerika ve Londra'da konserlerim oldu. Bunlardan edindiğim intiba şudur: Bilhassa müzik mesleği içinde olan kişiler melodik yapı olarak bizim musikiyi çok zengin buldular. Yani melodik yapısı önde olan bir müzik olarak gördüler.
Hissiyata, duyguya dayalı bir özelliği olduğunu belirttiler. Hatta hatta ses sistemini merak eden bir müzik hocası bir konser aralığında geldi:
"Ben anlamıyorum ses sisteminiz içinde öyle sesler var ki bizde bunları gösterebilmek mümkün değil, anlamak istiyorum" dedi. Onların müziği on iki aralık tam ses ve yarım ses üzerine kurulu... Ben ona izah edebilmek için bir sekizli içersindeki her perdenin işaretlerini koymak suretiyle bir şema yaptım. İşte bizim ses zenginliğimiz bundan doğuyor dedim. Şunu anlatmak istiyorum ki yabancı memleketlerde büyük bir merak ve araştırma isteği var. Amerika'da konser dışında sağlık bakanlığında aktif görevdeyken istanbul ve Ankara'dan seçilmiş hocalar arasında beni de görevlendirdiler. Baltimore'da John Hopkins Hastahanesi'nde açılmış olan idarecilik ve aile planlama kursuna gittik. Kursu bitirirken Hollanda asıllı Profesör King -kadın doğum konusunda büyük bir otorite- Türk kursiyerler kalsın dedi. Ötekiler gitti. Size bir veda yemeği vermek istiyorum dedi. Ev şehrin dışında, güzel bir villa, büyük bir bahçe bir de ses düzeni kurdurmuş. Bir ara benim yanıma geldi dedi ki, "Biz bu kursları yaparken iştirak edeceklerin listesini alıyoruz, onlar hakkında bilgi ediniyoruz. Sizi de tedkik ettim. Hem kadın doğum uz-manısınız onun yanında Türk müziğinde hem kompozitörsünüz hem icracısınız. Çok beğeniliyorsunuz. Bu vasıfları bir kişi kendinde topladı mı bu bende çok merak uyandırır. Acaba rica etsem klasik parçalarınızdan iki üç tane bana okur musunuz" dedi. Okuduktan sonra geldi birkaç defa teşekkür etti. Güzel bir hava yaratıldı. Bunlar yalnız benim tahassüslerim değil, Nevzat Atlığ da gördü, Cinuçen de bu ilgiyi gördü. 19801i yıllarda Londra'ya gittik. Etnomüzikoloji konusunda BBC dünya çerçevesinde bir program yapmış. 1500 kişilik Quenn Elisabeth Hail konser salonunda her ülkeden seçilmiş olan grup ikişer konser verecek. Grupta üç saz ve solist olarak da ben ve Bekir Sıtkı Sezgin var. Repertuarımız Abdülkadir Meragi'den başlayıp Dede Efendi'ye geliyor. BBC'nin bizimle temas eden tertipçisi biz bunu naklen vereceğiz dedi. Refakatler, Necdet Yaşar , torun Süleyman Erguner, İhsan Özgen de var. Konseri verdik şaşırtıcı bir tezahürat. Salonda on beş Türk vardı, kırk elli civarında diğer ekiplerin meraklıları vardı, diğerlerinin hepsi İngiliz. İngiliz olması mühim, burnundan kıl aldırmaz, herşeyin iyisi bende der. Ayağa kalkarak alkışladılar. Biz aldığımız talimat üzere selam verdik, odamıza gidiyoruz. Adam koşa koşa geldi, "Biz böyle bir tezahürat beklemiyorduk, durmuyorlar, herkes ayakta alkışlıyor. Buyurun birkaç tane daha eser okuyun" dedi. Söyleneni yaptık. İkinci konser aynı şekilde oldu. Rahatladık İbiş Otel'inde kalıyoruz. Görevimiz bitti diye sevinirken BBC den adam geldi koşa koşa... dedi ki" Çin Cumhuriyetinin konseri mazeretleri dolayısıyla yapılamıyor onların yerine siz çıkar mısmız?"Allah'dan ben tedbirli davranmıştım. Yanımda Padişah ve veliahtların besteleri de vardı. Dedim ki hemen bunlara çalışırız akşam da konseri veririz. Adam padişah eserleri olduğunu duyunca hemen büyük caddelere reklam asayım dedi. İki konserin de üstünde bir konser yaptık orada...Asıl söylemek istediğim şu: Bütün dünyanın müziği oraya geldi fakat hiç birinde bize gösterilen tezahürat olmadı.
Bütün bu anlatılanlar bana iki sene evvel Nevzat Atlığ'm anlattığı yurt dışı seyahat izlenimlerini hatırlatmıştı. Onlar da hemen hemen aynı olumlu tavırla karşılaşmışlar ve tahminlerinin fevkinde bir ilgi görmüşlerdi. iki değerli musıkişinasdan aynı değerlendirmeleri işitmek, gelecek adına ümit vericiydi. O heyecanla ilave ettim.
-Bütün baltalamalara rağmen yeni yetişen nesillerde de Klasik Türk Müziğine ilgi var.
- O, rağmen dediniz ya işte o çok önemli.
- Nasıl buluyorsunuz yeni nesli?
- Oran üzerinde düşünmemek lazım, oran gene düşük, yetişen mühim. Çok iyi neyzen ve tanburiler çıktı. Güzel udi ve kanuniler görüyoruz. Bazı evlatlarımız var ki bir bakıyorsun iki enstrümanda da üstün vasıf gösteriyor. Yalnız okuyanlarda sazlardaki kadar performans göremiyorum.
- Klasik üslubu kayıp mı ettik?
- Musikimizde meşk düzeni çok büyük önem taşır. İki dayanak noktası var: Biri tavır, ikincisi perde, ses sistemindeki perdeler. Mesela Arel, Ezgi, Uzdilek. Bütün nazariyatın gözden geçirilişinden sonra tatbiki en rahat olan 24 aralık 25 perde. Ama bu da yetmiyor bazen öyle perdeler karşınıza çıkıyor ki onun karşılığı yok. Mesela, eve ile acem arasında bir perde var. Sistem bunu işaretle gösteremediğine göre bu perde nasıl yaşayacak? Meşk sistemiyle... Ben on iki sene İstanbul Radyosu'nda erkekler korosunu idare ettim. Repertuarda sadece kar, beste, semailer var. Bu eserler de ilk defa icra ediliyor. Çünkü yıllarca Mesut Bey'in idare ettiği Nevzat Bey'in idare ettiği koroların repertuarları bellidir. Bu repertuarın dışında o kadar zengin klasik musikimizin eserleri var ki bunlar kullanılmamış. Bana da intikali meşklerle olduğu gibi meşkin dışında da oldu. Mesela Saadeddin Kaynak bana dört cilt sadece klasik musikimize ait olan eserleri taşıyan kendi el yazısıyla yazdığı defterlerini vermişti. Hastaydı, "bak Alaeddin şu üçüncü rafta yan yana dört cilt var dedi, gözüm görüyorken, kulağım işitiyorken, şuurum yerindeyken al götür o defterleri, çocuklarıma bile kalmasını istemiyorum. Sen muhakkak hayata geçirirsin " dedi. Gün oldu sırası geldi on iki sene süren bir çalışmayla Kaynak Hoca'nın defterindeki eserleri çıkarttım ve onların redaksiyonunu tekrar yaptım ve mikrofona getirdim.
- TRT de gene az çok Klasik Türk Müziği dinleyebiliyoruz.
- Bugün TRT de dinlenmez halde. Klasik diye bir şey kalmadı. Birkaç kişi var okuyan çalan, ağızları laf yapan yukarıdaki bazı kişilere yanaşan böylece de program kapıp paye çıkaran kişilerin eline kaldı bu iş. Mesela eskiden Ankara Radyosu, konservatuarın olmadığı zamanların eksiğini kapayan bir kurumdu. Hatta başladıktan sonra bir ara İstanbul Radyosu da öyleydi Oraya kabiliyetli bir çocuk geliyor, staj devresini geçirip başardıktan sonra sanatkar oluyordu. Şimdi o vasfı mükemmel şekilde götürmüş olan Ankara Radyosu dahi maalesef piyasanın avucuna düşmüştür. Başarılı solist olarak gördüğümüz ve desteklemek arzusunda olduğumuz kişiler koro şefliği yaptıkları zaman çok değişik vasıfda patırtı gürültünün hakim olduğu bir tarz benimsiyorlar. Bütün sazların önünde darbuka... Müziğin lirizmini öldürüyor. Kısaca bugün TRT de üstüne düşen görevi yapmıyor.
Alaeddin Yavaşcanın söyledikleri daha önce onunla yapılan bir röportajda "artık radyo dinlemiyorum " dediğini bana hatırlatıyor. Aramızdaki yaş ve seviye farkını ve benim dahi çoğu zaman TRT'deki müzik programlarının kalitesizliğinden rahatsız olduğumu düşününce kendisinin bu noktadaki ıztırabini anlamakta zorlanmıyorum.
- Tanıdığımız bildiğimiz çok sayıda doktor müzisyen var. Bu bir tesadüf mü yoksa doktorluğun stresini musiki ile atmak için mi?
- Aslında hekimlik de bir yerde sanattır. Hele cerrahi. Bir operasyon yaptığımız zaman gizli dikiş dediğimiz bir sütür tarzı bir nevi sanattır. Eskiden klasik musikiye mensup olanlara ilm-i şerif-i musikiye mensup derlerdi. Mesela Enderun'da yetişen musikişinas ile loncadaki musikişinas arasında fark vardır. Loncadaki musikişinaslar parayla musiki yaparlar. İlm-i şerif-i musikidekiler büyük alimler, şairler para almadan ortaya koyuyor sanatını. Hatta benim indimde sadece dini musiki değil ladini dedikleri musiki dahi bir ibadettir. Bu musikiye saygılı olmak mecburiyetindeyiz. Mesela kadı bile mahkemeye gelen şahide soruyor; hangi meslektensin, eğer musikiden olduğunu söylerse hangisinden olduğunu soruyor. Eğer lonca musikisinden olduğunu söylerse şahitliğini kabul etmiyor. Şimdi ben gayet iyi biliyorum ki içinde bulunduğumuz devirde bir makamdan takım yaparsam okunmayacaktır. Ama biliyorum ki bu dünya hep böyle kalacak değildir. Nasıl geçmişte Itri'nin, Dede Efendi'nin , Küçük Mehmed Ağa'nm yaptığı eseri Sadullah Ağa'nm yaptığı eseri bugün icra edebiliyorlarsa ileride de böyle olacaktır. Üniversitede ders yaparken de tez verirken de ileriye dönük düşünmek lazımdır. Kaybolmuş nazarıyla bakılmış eski eserler tekrar hayata kavuşturuluyor. Bundan elli, yüz belki yüz elli sene sonra toplum kendini bulmak ihtiyacını duyacaktır. Bu insanlığın vaz geçilmez bir eğilimidir. Benim musikim var, benim edebiyatım, sanatım var diyerek bunları araştırmaya başlayacaktır. Egoist olmamak lazım. Bana taleple gelmesi lazım. Ben kimseye hayatımda şu yaptığım eseri oku dememişimdir. Ama şimdi besteyi yapan, güfteyi yazan kapı kapı dolaşıyor. Eserleri okunsun diye... Bugün içinde bulunduğumuz durum, sanatı sanat için değil, para için kullanma yönündedir. Ne yazık ki bu hale geldik.
- Musiki hayatınızda en çok tesiri altında kaldığınız ve bağlandığınız hocalarınız kimlerdir?
- Başta benim meşk ettiğim hoca olarak en çok etkisinde kaldığım, Zeki Arif Ataergindir. Sonra, Saadeddin Kaynak, Suphi Ezgi... Ama Nuri Halil Poyraz, Refik Fersan'dan da istifade ettim. Hüseyin Saadeddin Arel ile ailevi bir yakınlığımız da vardır. O vesileyle aile toplantılarında beraberliğimiz oldu. Bir de ses olarak kendisinden bir süre meşk ettiğim, Münir Bey var. Bir de benden sonraki nesilden olan Bekir Sıtkı'yı çok severim. Kendisi İzmir Radyosu'ndaydı. İstanbul Radyosu'na gelmesini ben sağladım. Aslı doğuludur. İzmir Radyosu çok zayıf bir radyoydu. İstanbul'a geleceği zaman mektup yazar, bazı eserleri ister, gelir muayenehanemde oturur, sohbet ederdik. Böyle bir ağabey, kardeş münasebeti içerisindeydik. Okuyuşunu çok beğendiğim için orada çok lokal kalıyorsun İstanbul Radyosu'na gel diyordum. "Ağabey gelirim ama İzmir'de işimin dışında bir mobilyacıda çalışıyorum bir de ilaç röprazantanlığı yaparak ailemi ancak geçindiriyorum." diyordu. Ama İstanbul'da sadece radyodan aldığım parayla geçmemem." Zaman geçti, sene 1975 in sonları, biz Süleyman Demirel'den sözü aldık. O zaman Ali Naili Erdem Milli Eğitim Bakanı. Oluru alınca kurmayı düşündüğümüz konservatuar için daha kapsamlı bir konuşma gereği duyduk. Divan Pub da gece toplandık. Nasıl çıkaracağız öğretim kadrosunu? İstanbul Radyosu'ndaki okuyucular, İzmir ve Ankara Radyosu'ndaki okuyucular ve sazendeler... Epey sıkıntılı bir gece geçirdik, sabaha kadar çalıştık. Ben üç şart koştum o zaman. Birincisi, ses eğitiminin başına Münir Bey getirilsin ve derslere girmesin ama maaşını alsın. -Münir Bey çalışamayacak kadar hastadır, amma hiçbir geliri yoktur. Enteresandır, Münir Bey konser geliriyle bir de temizlik işçisi kadrosuyla konservatuarda çalıştığı mukavelelerle icra heyetinin başındaydı. Münir Bey'in emekli maaşı yoktu- İkincisi, Cevdet Çağla'yı hemen keman olarak alalım çünkü bu insanların nefesleri bile yeter. Üçüncüsü, Bekir Sıtkı'yı İzmir'den getireceğiz. Çünkü ben hekimim, saatlerim dolu belirli saatlerde gelebilirim. Ama, ses eğitiminde inandığım güvendiğim, tavrını beğendiğim tek bir kişi var. Bekir'in buraya getirilmesi lazım. Bana radyoya ilaveten başka bir iş daha olursa gelebileceğini söylemişti ve böylece Bekir'i getirdik. Buna rağmen İstanbul'da çok sıkıntılı zamanları olmuştur.
- Klasik üslubu günümüzde devam ettiren genç icracılar var mı?
- Doğan Dikmen, Münip Utandı ve Adnan Mungan iyidir.Bunlar beğendiğim tarzda icra eden solistlerdir. Yayın yoluyla faydalı olan Mehmet Güntekin ile İncila Bertuğ'un programı güzel. Yani anlayacağınız, bir elin parmağı kadar yok.
- Musiki tarafınız doktorluğunuzun önünde mi geliyor?
- Ben meslek olarak evvela hekimim. Kırk sene asistanlıktan kademe kademe yukarı gelip yıllarca klinik şefliği yapmışımdır. Şişli, Vakıf Gureba, Zeynep Kamil ve en son da Haseki Hastanesi'nde... Yetiştirdiğim asistanların sayısını bilmiyorum. 85- 90 arası Haseki'de başhekimken meslek hayatımı noktaladım. Mesleğim hekimlik, sanatım musikidir.
- Biraz da tıptan konuşalım efendim. Nedir bu sezaryen salgını?
- Ben neler gördüm hayatta. Düşününüz, bir anne rahatlıkla ben süt vermek istemiyorum göğüslerim bozulur diyebiliyor. Allah'tan o zaman bu çok azınlıktaydı. Sezaryen ise o kadar yoktu ki ancak ters gelme veya başka tehlikeli durumlarda vakum veya forseps kullanılırdı. Sezaryen ise çok nadirdi. Şöyle bir kural vardı bir sezaryen her zaman sezaryendir. Ben ise bir sezaryen her zaman sezaryen değildir dedim. Daha önce sezaryen geçirmiş olan elli iki vaka topladım, kemik doku normaldi gayet yakından takip ettim ve hiçbir komplikasyon olmadan normal doğum yaptırdım. O zaman kadın da kendine güven başlıyor. Eskiden bu düşünce hakimdi. Hekimlik de bugünün hayat şartlarına göre istikamet değiştirmiştir.
- İbnül Emin ile tanışmışsınız, biraz daha o sohbetlerden bahsetsek.
- Tanışmadan da öte her hafta müdavimiydik. Kendisi nev-i şahsına münhasır, enteresan bir Osmanlı efendisiydi. Bir defa kitabiyatçıydı, sahaflar onun tek uğrak yeriydi. Onun evinin bir merasim tarzı vardı. O merasim tarzında biz adap erkan öğrendik. Elini herkese öptürmez. Sevdiği ve kendisine merbut olduğuna inandığı insana öptürür. Çoğunlukla şöyle bir elinin ucuyla dokunur ve çeker. Herkesin yeri bellidir. Birisi geldi başkasının yerine oturdu, "Sen kalk oradan orası onun yeri" der. Hem görgü hem de bilgi, bunların hepsini orada öğrenirsiniz. Şu kadar söyleyeyim ki biz çömezdik o zaman. Toplantılarda ordnariüs profesör, hocalarımız da orada olurdu. Üniversite belirli bir yere kadar bilgi veren ilim müessesesi onun dışında bir şey veremez. Ama İbnül Emin'in evinde bunun dışında kalan şeyleri öğreniyorsunuz. Hatta profesörlerin bile bilgi dağarcıklarına ilave yaptıklarını görüyorduk. Çok şey öğrendik. Hayatta neyin doğru neyin eğri olduğunu orada anladık ve oraya devam etmenin huzuru vardı içimizde.
Alaeddin Yavaşca’nın anlattıkları bana İbnül Emin hakkında değerli büyüğüm Ekrem Hakkı Ayverdi'den dinlediklerimi hatırlatıyor. Kendisi o zaman yeni parlamış genç ve şuurlu bir mimar mühendis olarak zoru başararak İbnül Emin İn dost çemberine girmeye muvaffak olmuş. Nev'i şahsına münhasır bir insan olan üstad bilhassa Ayasofya'daki kıymetli levhaları, düşürüldükleri kötü durumdan şahsi gayretleriyle bir gece sabaha kadar çalışarak kurtaran bu genç mühendisi evlat gibi seviyormuş. Ciddi meselelerle ilgilendiği kadar latife, yapmayı da seven Ekrem Hakkı Ayverdi, İbnül Emin 'i yemeğe çağırdığı bir gün sofrayı envai çeşit peynirle donatmış. Peynire sütün veled-i zinasıdır diyen ve ağzına koymayan üstad, sofraya oturunca şaşırmış ve kızar gibi olmuşsa da bu çok sevdiği ve nazını çektiği genç mühendisin kahkahalarıyla sohbet tatlıya bağlanmış. Pekiyi Alaeddin Yavaşca bu değerli meclislere ne kadar devam etmişti, neler yaşamıştı?
- 47'den vefatına kadar. Gidemezseniz araştırır hasta mı bir mazereti mi var diye sorardı. Ben 1957'de muayenehane açtım. İbnül Emin de hastaydı, pnömoni geçirmişti. Uzun müddet iğnelerini yapmışımdır. Füruzan Selcen diye bizde bir asistan vardı, o görevlenmişti iğnelerini önceleri o yapardı. Aynı zamanda akrabaydı. Aslında O da Selcen sülalesindendir fakat İnal soyadını kullandı. Füruzan Selcen mütehassıs oldu Ankara'ya gitti. Hoca bana bir tezkere yazdı, "Benim iğnelerimi yapan Füruzan-ı bi izan mezun olup gittiğine göre bana yeni bir yapıcı gönderin" diye... Korkuyorum, ödüm kopuyor, başıma geleceği biliyorum. Tevfik Remzi'ye verdim gönderdiği tezkereyi, okudu gözlüğünün üzerinden şöyle bir baktı, "Senden daha muvafığı yok" dedi ve beni görevlendirdi. Yıllarca ben ona iğne de yaptım. Böylece gittim evine "ne oldu, hayrola?" dedi. Onun çalışma odası, kitaplarla dolu. Bir de misafir odası var biz her gittiğimizde misafir odasında otururuz. Ben gittiğimde çalışma odasına aldı. Ben de "Efendim Füruzan'dan sonra iğne yapmak için hoca beni tayin etti" dedim. "Ya öyle mi" dedi. "Haa bak sana bir şey söyleyeyim. Annemiz bizi öyle yetiştirdi ki mahrem yerlerimizi öyle fazla gösteremeyiz, bir iğnelik yer açarız."dedi. Bir deri bir kemik. Alkollü, pamukla temizledim kemiğe gelmesin diye deriyi iğne boyuna uygun bir şekilde tutup, sızıldanmaları arasında iğneyi yaptım. Efendi Hazretlerini rahmetle yad ediyorum.
Uzun ve yorucu bir imtihanın ardından iki saat süren bu doyurucu sohbetin değerli muhatabımı yormasından endişe ediyordum. Bu güzel günü çekilen birkaç hatıra fotoğraf ile bitirerek kendisinden izin istedim. Fakat bir mülakatın yayma hazırlanması kolay iş değildi. Daha sonra iki defa daha kendisini rahatsız ederek çalışmanın son halini görmesini rica ettim. Beni kırmadı ve titizlikle son düzeltmeleri yaptı. Artık maalesef nesli tükenmekte olan bir anlayışın temsilcisi olan Alaeddin Yavaşca, prensiplerinden taviz vermemenin ve maddiyata yenilmemenin rahatlığıyla, ilerlemiş yaşma rağmen hizmetine devam ediyor. Ne mutlu ona...
Zeynep ULUANT
Kubbealtı Akademi Mecmuası
Sayı:2 / Nisan 2006