İstanbul artık Türkiye'ye ışık veremiyor

İstanbul artık Türkiye'ye ışık veremiyor.

Alaeddin Yavaşca, Klasik Türk Müziğinin önde gelen ses icracılarından olmasının yanı sıra bestekarlığı, güfte şairliği, koro şefliği, hocalığı ve musiki yazarlığıyla da biliniyor. Musikinin birçok yönünü sanatçılığında birleştirmiş olması ve bunu yaparken gösterdiği titizliği, geleneklere bağlı kalışı ve hep sağlam temeller arıyor oluşu onu, müzikle ilgili sorularımızın muhatabı kıldı. Söyleşiyi beğeneceğinizi umuyoruz.

Müziğin toplumla nasıl bir ilişkisi var? İcra edilen müziğin üzerinden bir toplum, medeniyet okuması yapılabilir mi?

Kültürün ve kültürel ilişkilerin yansımalarını görmek için önce lisana bakarız. Her ülkenin, her ulusun kendine has bir lisanı vardır. Tabii olarak her lisanda bazı değişmeler olur, oluyor. Çünkü insanlar ve uluslar, alışveriş halindedir. Bu bir nevi medeniyet alışverişidir. Buradan harekede, diyebiliriz ki hiçbir dil katışıksız, saf bir şekilde meydana gelmemiştir. Bir toplumun özelliklerini içinde barındıran diğer bir şey de müziktir. Bizim toplumun kökeni, tarihi belgelerin de gösterdiği gibi, Orta Asya'dır. Orta Asya'da, mesela 9. yüzyıla baktığımız zaman, Farabi gibi büyük bir feylesofun, büyük bir kültür adamının yaşadığını görüyoruz. O, belirli bir devrin içinde yaşamıştır; ama eserleri zamanımıza kadar gelmiştir. O eserlerden edindiğimiz bilgilere göre Farabi'nin zamanında, Türk Musikisinin bugün hala kullanılmakta olan birçok makamlarıyla bir müzikoterapi, yani müzikle tedavi, yapılıyordu. Bu durum aslında müziğin toplumdaki yeri hakkında çok şeyler söylüyor. Bahsi geçen makamsal müzikleri, ruh hastalıklarını tedavide, hatta onun dışında da şifahanelerde ve Bimarhanelerde denemişler. 9. yüzyılda Avrupa neredeydi? O dönemde bir Yunan medeniyeti vardı, bir de Türk medeniyeti. Yunan feylesoflarının yazdığı eserler, Farabi zamanında meşhur olmuştur. Bu dönemde, o eserlerden bazı alıntılar yapılmış ve Türkistan'daki mevcut olan bilgilerle oralara kadar intikal etmiş. Bu alışveriş zamanımıza kadar sürmüştür. Ama bizim kültürümüzde, musiki sanatı itibariyle, esas musikimiz Klasik Türk Musikisidir. Ve bunun başlangıcı 9. yüzyıla dayanmaktadır.

Musikinin yolculuğu söz konusu tabii... Bahsettiğiniz tüm o alışverişler neticesinde bir tür ortaya çıkıyor ama muhakkak ki bir kökeni var. Belki kök araştırması yapmak nafile bir çabaya dönüşebilir ancak, musikimizin seyrine şöyle bir bakacak olursak nedir seyir haritası?

Biz, Orta Asya'dan alıyoruz. Orta Asya'dan itibaren musikinin geliştiği Türk devletleri arasında Göktürkler ve bunun arkasından gelen Büyük Selçuklu var. Selçuklu Devletinden sonra - aslında Selçukluların bir uç beyi olan- Osmanlı yavaş yavaş gelişmeye müsait bir toplum haline geliyor; devletleşmeye başlıyor ve en niha-yetinde imparatorluk haline geliyor. Bu devlet, Orta Asya'da mevcut olan kültürünü geliştirerek, en üst seviyeye kadar çıkarma imkanı buluyor. Ama bunları yaparken yine komşularıyla olan münasebetlerinde kendisine uygun olan, toplumuna uygun olan, bazı özellikleri de edinmeyi ve kendi kültürlerini geliştirmekte bunları kullanmayı ihmal etmiyor. Bu sefer dilde ufak değişmeler başlıyor. Kültürde bahsettiğimiz alışverişler başlıyor. Ön Asya ve Bati Asya dediğimiz yerde, yine Afrika'nın kuzeyinde, ana hatlarında birbirine belli yakınlıkları olan; fakat eğitiminde, gelişmesinde farklılıklar olan bir musiki, dolayısıyla bir kültür-musiki ilişkisi, oluşuyor. İşte bu musiki, Osmanlı imparatorluğu zamanında, sıra dağlara ben-zeteceğimiz, bir gelişme içerisine giriyor. Belirli dönemlerde zirveye ulaşan, en üst seviyeye gelen musiki meydana geliyor. Bu musiki ikiye ayrılıyor: Ladini dediğimiz, din dışı gelişen musiki; dinî dediğimiz, dinî sahada gelişen musiki. O da ikiye ayrılıyor; cami musikisi ve tekke musikisi olarak. Bunların fevkalade güzel temsil ettiği, gelişmiş, seviyeli eserleri zamanımıza kadar geldi.

Medeniyet geliştikçe, zenginleştikçe; musikide bunun izlerini bir çeşitlenme olarak görüyoruz sanırım. Medeniyetin parçası olan musikideki zenginleşmeye şahit oluyoruz bu anlattığınız süreç içersinde, değil mi?

Tabi. Bu alışverişler sonucu bir hamur ortaya çıkıyor. Bu hamur, işleniyor ve hamurdan meydana gelen bütün güzellikleri, musiki sahasında bize kazandırmış oluyor. Mesela öyle bir şekle geliyor ki, tekke musikisinde bir "ayin tarzı" çıkarıyor. Bütün ilahilerin daha üstüne çıkan, bir "ayin tarzı" ortaya koyuyor ki bu, Türk Musikisinin en değerli parçalarındandır.

Zaman oluyor ki Kutbü'n Nayi Osman Dede geliyor, bir miraciye yapıyor. Terkipler ve birçok materyali yan yana getirmek suretiyle daha bileşik, mürekkep makamlar beliriyor. Formlar ve biçim ortaya çıkıyor.

Gerçi günümüzde bizim Klasik Türk Musikisinden bildiğimiz bir şarkı formu var. Oysa çok zengin bir miras söz konusu, anladığım kadarıyla.

Tabi ki... Hem bu sadece dinî musikide değil, ayiniyle ladini musiki dediğimiz, din dışı musikide de kendini gösteriyor. Din dışı musikideki bestekarlarımızın mühim bir kısmı, dinî musikideki parçaların ad bestekarı oluyor. Din dışı musikimizde karlar, karçeler, kar-ı natıklar ortaya çıkıyor. Ayrıca murabba ve nakş diye ayrılan iki şekliyle besteleri ve bunu takiben gelişen şarkıları da söylemek gerek. Tabii bahsi geçen her formun çeşitli usuller ile icra edileceğini de aklımızın bir köşesinde tutmalıyız. Demek istediğim şu ki Türk Musikisinde form ve usul itibariyle büyük zenginlikler vardır. Türk Musikisinde usul-vuruşlar 2 zamanlıdan başlar, 120 zamanlıya kadar devam eder. Yani küçük usullerden başlayıp, küçük usullerin daha ağırlarına doğru çıkıp, on beş zamanlıyı geçtikten sonra, büyük usullerle ortaya çıkan bir haşmet, bir gelişme mevcuttur. Hiçbir musiki türünde olmayan zenginlikte bir usul zenginliği söz konusudur musikimizde. Makamda da hakeza öyle. Aşağı yukarı, mürekkep makamlarıyla beraber, beş yüz küsur civarında makam vardır Türk Musikisinde. Tabii bunların hepsi ömürlü olmamış. Zamanla ya terkedilmiş ya da pek sanat bakımından tasvip edilmemiş çeşitli makamlar da mevcuttur.

Peki, Türk Musikisi denildiğinde sadece Klasik Türk Musikisini mi anlamalıyız? Klasik Türk Musikisi ve Halk Musikisi tamamen ayrı mı birbirinden?

Türk toplumunu temsil eden bir Klasik musikimiz, bir de halk musikimiz vardır. Yani yöresel musikimiz var. Bunların ikisi de Türk musikisidir. Biri, klasik anlayışla, makamlar ve usuller itibariyle yapılmış Klasik Türk Musikisidir; diğeri, halkın hissiyatını ifade eden ve yöresel bir özellik taşıyan, yöresel bir ağız taşıyan halk musikisidir. Aslında ses sistemi ikisinde de aynıdır. Ama Klasik Türk musikisinde ses sistemi makam olarak ifade edilmiş, halk musikimizde ayak olarak ifade edilmiş. Mesela garip ayağı, hicaz makamıdır. Burada beni üzen bir noktayı arz etmek istiyorum. Nasıl Batıda senfonik bir parçanın virgülüne, noktasına dokunulamaz, değiştirilemez; bizde de klasik musikinin parçalarında değişiklik yapılamamak. Perdelerimiz farklı, aralıklarımız farklı. Bu kesinlikle tutuculuk değil, sistemin muhafazasıdır ve bir mecburiyettir. Her musiki kendi yerinde, ayrı özellikleri vardır. Bu özellikleri muhafaza edebildiğimiz takdirde, musikiler kendi bünyelerinde değerlidir. Ama ona bir şeyler katmaya kalktığınız zaman, özelliği kaybolur. Ve değerinden de birçok şey yitirir. Şimdiki gayretler o istikamette.

Geçmişte var olan ve zaman zaman tekrar gündeme gelen bir, tek seslilik ve çok seslilik tartışması var. Bu tartışma neye işarettir?

Bizim ömrümüz hep tartışmalarla geçiyor. Bunlarla hem zaman, hem de bize ait olan değerleri kay-bediyoruz. Çok seslilik, Batı musikisinde bir ihtiyaçtır. Çünkü yarım ses ve tam sesten ibaret olan Batı musikisi 12 perdeden oluşuyor. Eğer çok sesliliği kaldırırsanız son derece primitif hale düşer. Çok sesliliği geçtikten sonra bu musiki, albenisi olan bir musiki, bir sanat musikisi haline gelmiştir. Türk Musikisinin buna ihtiyacı yok. Klasik Türk Musikisine bunu söylüyorum, hemen ardından halk musikisine geçiyorum. Halk musikisinin değeri, yöresel özelliklerini muhafaza ettiği sürece vardır. Yöresel musikide değişiklikler yapmaya kalkarsak, tezeneleri değiştirirsek veyahut çok seslilik gibi bir lüksü getirmeye kalkarsak; değer kaybına yol açıyor. Mesela bir Yozgat yöresini alalım elimize, Yozgat yöresinin ilçesine göre değişik tezenesi vardır, değişik ağzı vardır. Bu değişik ağızları, tezenelerini mutlak suretle dikkatli kullanmamız lazım. Faka bir bakıyorum Ege'nin bir parçasına tar konmuş, olmaz. İlla zengin görünmek için bu yollara girmemek lazım.

Herhalde bunu yapanlar cahilliklerinden yapmıyorlar. Neden ileri geliyor bu yapılanlar, bir kasıt mı aramalı?

Cehalet diyemeyeceğim ben de; ama fazla bir iddiadan illeri geliyor bu. iddiaya ihtiyaç yok. Türk milleti mütevazıdır. Daima gönül ehli olan insanların olduğu bir ülkedir. Beni ifade eden şey önemlidir, o ifadeyi değiştirdiğiniz zaman Türkiye'nin dışına çıkarsınız. Yanlıştır. Bakıyorum halk musikimizde hiç kullanılmayan perküsyon aletleri çıktı, gitarlar çıktı. Bu görüntü içerisinde ve kulağa hitap eden şeyler içersinde halk musikimizle hiçbir alakası olmayan bir müzik türü türedi. O zaman ne oluyor, halk musikisi, milli folklorun dışına çıkıyor. Ve değerini kaybediyor.

Bunu küresel köye dönüşme tezahürleri olarak değerlendirebilir miyiz?

Olmaz, o zaman kendimizi inkar etmiş oluyoruz. Her yörenin türküsü çaldığı zaman o yörenin sazları çalacak. Bir Orta Anadolu türküsüne sipsi getiremezsin. Ege türküsüne, zeybek havasına tar kullanamazsın. Musikinin hayatiyetinin devamı için, bu bir mecburiyettir. Bir zaman gelir bu toplum, halk musikisini tanıyamaz, unutur. Peki, neden farklılık lazım? Çükü, bizim kültür değerlerimizi muhafaza etmemiz, dünya üzerinde şu özelliklere sahip bir millet olduğumuzu gösterecek. Turizm dahi gücünü buradan alır. Bir İngiliz Türkiye'ye geldiği zaman, kendi ülkesinde bulunmayıp da Türkiye'de bulunan şeyleri merak ediyor. Bir Türk Londra'ya gittiği zaman Türkiye'de olmayıp da orda olanı merak eder. Yani bu farklılar devam ettiği sürece dünyanın tadı devam eder. Biz dışarıda gerek dinî musikimizi, gerek klasik müziğimizin diğer parçalarını icra ettiğimizde büyük ilgi görüyoruz. Bunu, bizzat yaşadığım için rahatlıkla söylüyorum. Mesela, yıllar evvel Londra'da BBC'nin yaptığı bir çalışmada ısrarlar üzerine iki konserlik programımıza üçüncü bir konser ekledik. Bu üçüncü konserde padişahların, veliahtların ve saray müntesiplerinin bestelerini sunduk. Son kon-serde diğer iki konserde gördüğümüz ve bizi dahi hayrete sürükleyen alakanın daha fazlasını gördük;- çünkü Avrupa çok önem veriyor sarayda padişahın veya vezirin veya kıdemli bir kişinin bestekar oluşuna.

Bu Avrupa'da rastlanmayan bir şey öyle sanıyorum ki?

Rastlanmıyor ki bu derece alaka gösteriyorlar. Bunun dışında, Avrupa'da, Amerika'da birçok ekiplerimiz semazenlerle beraber gittiler; aynı ilgi alakayı fazlasıyla gördüler. Yani bizim musikiye, ummadığımız şekilde, bir ilgi var. Bu ilgiyi Türkiye'de neden arzu ettiğimiz nispette bulamıyoruz? Millet o kadar şaşkın ki, ne yapacağını, neye önem vereceğini rahatlık içerisinde tayin edemiyor. Bunun izahını sosyal şartlarda aramak lazım. Eskiden kanaat denen bir şey vardı, içinde bulunduğu şartlara şükreden, kanaatkarlığın ne olduğunu bilen ve tatbik eden bir toplumduk. Şimdi o, kaybolmaya başladı. Artık sahip olduklarından tatmin olamayan, yeni bir hayat hayalleri peşinde koşanlar var. Buna bağlı olarak yurdun ücra köşelerinden İstanbul'a, korkunç bir akım oluştu. Önlenemeyen, planlanamayan hayat şartları içerisinde, önü alınamayan bir göçle İstanbul, 15 - 16 milyonu buldu. İstanbul, sanatın, edebiyatın ve bütün kültürün merkezidir. Edebiyat burada ürer, musiki burada ürer, kültür burada ürer, dilin en güzeli İstanbul şivesidir. Fakat İstanbul bugün muhtarı, ihtiyar heyeti olmayan büyük bir köy haline gelmiştir. Bu yüzden İstanbul artık Türkiye'ye ışık veremiyor. Bu ışık, artık gölgelenmiş bir halde. Türkiye Cumhuriyeti'nde İstanbul'un, bu denli şekil değiştirmesi, önlenemeyen göçler sonucudur. Çizdiğim bu tablonun muhakkak ki medeniyetin gelişimine, kültürün şekillenişine etkisi çok. Bu karmaşada insanlar musikiye intibak edemiyor, dile intibak edemiyor. Neresinden baksanız, arzu edilmeyen bu sosyal denge, Türkiye'de çok şeyleri aksi istikamette etkilemiştir. Bütün büyük merkezlerde bu durumu yaşamaktayız. Ama bunlar yan yana geldiği zaman ortaya Türkiye ve değişen kültür çıkıyor. Bir de başka türlü marifetlerle karşılaştık tabii... Batılılaşmak; eğer Batı'ya uymuyorsa, bize ait olan değerlerden vazgeçmek... Bunların ışığında bir teşhis koymak gerekirse denilebilir ki dünyanın genelinde öne çıkan şartları benimsemek gayretiyle, kendimizden ödün verdik. Sanat-ta olsun, edebiyatta olsun, çeşitli bilim dallarında olsun çok değişmiş, eski özelliklerimizi yitirmiş bir toplum haline geldik.

Bunun Türkiye'de üretilen müzikte de yansımalarını görüyoruz, diyorsunuz...

Evet. Bilen bilmeyen konuşuyor. Bir defa, musikimizin zenginliğini kimse görmezlikten gelemez, kurallarını görmezlikten gelemez. Musikimiz küçümsenemez. Ancak cahiller küçümser. Biz, Türk olduğumuz halde; bu işin içinde yoğrulduğumuz halde, Batı müziğini küçümseyemeyiz. Ondan da zevk alırız. Ama Batı müziği olarak kalması şartıyla zevk alırız. Onu alıp da Türk Musikisinin içine yerleştirmeye kalktığınız zaman, bozulur. Benim açık hissiyatım bu. İkisi de birbirinden çok farklıdır. O kendi alanındaki icrasıyla mükemmeldir, ben kendi alanımdaki icramla mükemmelimdir. Ama bunu katıngılı hale getirirseniz bir şey kalmaz.

Belki artık dünyaya dair algılar değişiyor, eski yargıların yerini yenileri alıyor. Var olan durumu çok farklı yorumlayanlar var. Örneğin bu sentezdir, evrenseldir ve dolayısıyla güzeldir, iddiaları gibi... Türk müziğinin Batı müziği gibi icra edilişi, bu yönde değerlendiriliyor. Böyle durumlarda benim aklıma takılan hep neden evrensel olan ile güzel olanın eşdeğer tutulduğudur. Tabii, buna ek olarak bir müziğin evrensel olması ne demek, diye de düşünmek lazım galiba.

Bunun adı abesle iştigaldir. Lüzumsuz şeylerle kendini yormaktır. Kurallarını yaşattığınız sürece her sanat değerlidir. Kurallarını başka alıntılarla değiştirmeye, bozmaya başladığınız andan itibaren sanat, artık değerinden çok şey kaybetmiştir. Bir senfoni orkestrasının, bir senfonik parçayı icra ettiği zaman verdiği zevk başkadır. Oradan herhangi bir enstrümanı kendi musikime koyduğum zaman bozulur ve bunun tam tersi de geçerlidir. En uygun olan makamımızda bile öyle perdeler mevcuttur ki piyanoda yok. Çok uğraşıldı Türk Musikisi perdelerini piyanoya aktarmak için, hala daha tam anlamıyla başaramadılar. Zaten buna mecburiyette yok, niye olsun ki?
Acaba bu kendini bilmemekte, kabul etmemekte ısrar olabilir mi?

Bir defa biç üstüne lazım olmayan kişiler bu işle uğraşıyor. Maalesef bizde Batı Müziği, aşağı yukarı kurulduğu andan itibaren, Türk müziği kötülendi Batı Müziği müntesipleri tarafından. Çok yanlış bir yola girildi. Ben, Batı Müziğinin Türkiye'de en iyi orkestrasının olmasından iftihar ederim. Ama Batı Müziği müntesiplerin-den de aynı duyguyu Türk Musikisi için duymalarını arzu ederim. Musiki, iki düşman grubun birbiriyle didişmesi değildir. Bu iki musiki türü ayrıdır, ama musikidir. Fakat bir kısmı art düşünceliler çıkıp Türk Musikisini yavaş yavaş ortadan kaldırmak için zorlamalara, değişikliklere gidiyor. Düşman zihniyetiyle bakıyorlar musikiye. Bir kısmı da samimi, acaba bunu yapsak nasıl olur, diye bazı icraatlara giriyor. Bu iki kesimde de musikinin esasını kaybetmesine yol açan kişiler var. Halbuki bunlara hiç gerek yok. Türkiye, bunların hepsine cevap verecek büyüklüktedir. Ama halkımızı da bozmayalım. Yani zevkini kaybettirmeyelim. Türk Musikisini seven ve dinlemek isteyen kişiler, Türk Musikisini dinlesin. Batı Musikisini seven ve anlayan kişiler, Batı Musikisini dinlesin. İkisi birbirine saygılı olsun.

Büyüklük dediğiniz de bu olsa gerek...

İnsanlık odur. Onun için bizim Türkiye'mizde bu tür tersliklerin, yanlışlıkların ortadan kaldırıldığı gün biz mükemmel insan oluruz. Devam ettiği sürece mükemmeliyetten uzaklaşırız. Musiki geniş bir perspektiftir. Bu geniş perspektif içerisinde her tür müziğe saygılıyız. Musiki türlerinin hepsi, ruhu yıkayan, ruhu temizleyen ve özellikle beyni temizleyen özelliktedir. Bir de içinde yetiştiği bir toplumun özelliklerini ifade eder. Şimdi burada tutup da "illa da böyle yapacaksın" demek, ne kadar anlamlıdır? Dünya o kadar serbestleşmiştir ki, bunu sen halkına zorlayamazsın. Bu, demokrasi anlayışına da sığmaz. Çünkü insanların gönlüne hükmediyorsun, duygusuna hükmediyorsun. Böyle bir şeyde mecburiyet yoktur. Zaten mümkünü de yoktur...

Elif Eda Tartar