BİR BÜYÜK ÜSTADA DUYDUĞUM MİNNETİN İFADESİ

Lise yıllarımda, babam kendine yeni, büyük bir makaralı teyp alınca, eski küçük teybi bana kalmıştı. Bana ait tek bir makara vardı. Ona radyodan bilmediğim şarkıları kaydeder, dinleye dinleye ezberlerdim. Böyle nice üstadı ve eseri keşfettim.

Bir gün yine teybimi kayda hazırlayıp radyoyu açtım. Biraz gecikmişim. Spiker şunları söylüyordu: “III. Selim’in Sûzidilârâ Peşrev’ini takiben aynı makamda birinci bestesini dinleyeceksiniz.” Hemen bastım teybin düğmesine. Peşrev bitti, mekân Kemân-ı aşkını çekmek o şûhun hayli müşkil imiş diye başlayan birinci besteyle doldu. Bilmediğim bir makam, daha önce hiç dinlemediğim bir eser, teşhis edemediğim bir ses. Ama III. Selim adının bende uyandırdığı beklentiyi boşa çıkarmayan bir ihtişam. Bir yandan derin bir hazla dinliyor, bir yandan da okuyanın kim olduğunu bulmaya çalışıyordum. “Münir Bey mi acaba?” deyip sonra “yok yok, onun pestleri böyle değil” diyerek kendime itiraz ediyor, meraktan kıvranıyordum. Bu, 20 dakika kadar böyle devam etti. Sonra spiker “Alâeddin Yavaşca programını bitirdi,” diyerek merakıma son verdi. Bu kaydı kaç defa dinlediğimi hatırlamıyorum. O zamana kadar duyduğumdan çok farklıydı bu kaydın bana verdiği zevk. “Gerçek musiki bu işte,” diyerek pek çok kişiye dinlettim.

Eski devirde musiki meraklısı bir genç böyle sesine, edâsına hayran olduğu bir üstadı dinleyince ondan meşk etmenin yollarını ararmış. Ya araya nüfuzlu bir tanıdığı sokmaya çalışır, yahut keşfedilmek ve dikkati çekmek için fırsat kollarmış. Benim bunlara ihtiyacım yoktu. Büyük bir üstad bulmuştum ve bana meşk etmesi için kimseye yüz suyu dökmem gerekmiyordu. Radyodan yaptığım kayıtları dinleyerek Alâeddin Bey’den yüzlerce eser öğrendim. O zamanlar gerçek meşk ile kayıttan meşk arasındaki farkı anlamam mümkün değildi. Gerçek meşki hoca yönetir. Hoca, eksikliğini fark ettiği bilgileri veya becerileri öğrenciye kazandırmaya çalışır. Kayıttan meşkte öğrencinin, önceden bilmesi gerekenleri bilmediğini fark edecek ve bu eksikliği telâfi edecek biri yoktur. Bilhassa itina gösterilmesi gereken inceliklere dikkat çekecek birisi de. Benim için Alâeddin Bey’in kayıtları eteğine yapışabileceğim en iyi hoca idi. Radyoda icrasına her rastladığımda kaydetmeye çalıştım. Benim gibi onun kayıtlarının değerini anlamış meraklıların arşivinde ne varsa kendi arşivime katmayı şiar edindim. 60’ıma yaklaştım, bunu hâlâ yapıyorum. Birçok konservatuar öğrencisi benim dinlettiğim kayıtlarla Alâeddin Bey’i keşfetti. İdraki, onun sanatının büyüklüğünü anlamaya yetmeyenlere karşı Alâeddin Bey’i göğsümü siper ederek savundum. Onun buna ihtiyacı yoktu. Bu, benim için şereftir.

Sonradan nazariyatla da uğraşmaya başladım. Geleneğin temsilcisi üstadlarımızın öğrencilerine kılı kırk yararak öğretmeye çalıştığı perdelerin çoğunun Abdülkadir Töre-Ekrem Karadeniz nazariyatında adıyla sanıyla, işaretiyle mevcut olduğunu fark ettim. Türk musikisine akraba geleneklerle yakınlaşmam sayesinde Töre-Karadeniz’de olmayan birkaç perde daha keşfettim. Bunlar Rauf Yektâ-Arel-Ezgi nazariyatında olmadığından unutulmaya yüz tutmuştu. Tanburî Cemil Bey’den, Hafız Sami’den, Ruşen Kam’dan, Münir Bey’den, Niyazi Sayın’dan Türk musikisinin karakteristik perdelerine örnekler derledim. Bir klasörde, her perde için 10-15 saniyelik kayıt parçaları topladım. Bu klasörde en çok rastlanan isimlerden biri de Alâeddin Bey’inkidir.

Abdülkadir Merâgî’ye atfedilen Kâr-ı Muhteşem’i, Receb Çelebi’nin Rast Ağır-semâî’sini (Çekmiş yüzüne nikab-ı işve), İsmail Dede’nin Ferah-fezâ Murabba’ını (Ey kaş-ı keman, tîr-i müjen cânıma geçti) ve Ağır-semâî’sini (Bir dilber-i nâdîde, bir kamet-i müstesna), Sadullah Ağa’nın Muhayyer Ağır-semâîsi’ni (Hâl-i siyehi gerden-i nâzik-terindedir), Hacı Ârif Bey’in muhayyer şarkısını (Humârı yok bozulmaz meclisi meyhâne-i aşkın), Sadi Işılay’ın dügâh şarkısını (Gel son nefesten evvel hastana derman getir), Selahattin Pınar’ın hicazkâr şarkısını (Gönül derdi çekenleri/Gizlice yaş dökenleri), Selahattin Pınar’ın nihavend şarkısını (Sana gizli bir diyeceğim var yakın gel), Zeki Ârif Ataergin’in ısfahan şarkısını (Gönlümü cânâne verdim, oldu cânânım benim), Sadettin Kaynak’ın ısfahan şarkısını (Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni) dinleyince anladım ki, kayıttan meşk ile bu mertebelere gelinemez. O, kendi zamanının üstadlarından, türlü fedakârlık ve ferâgatlerle yıllarca geleneksel tarzda eserler meşk ettiği için bu mertebeye ulaşmıştır. Allah’ın kendisine bahşettiği istisnaî sadâ ve kabiliyetin de bunda büyük payı var elbette.

Peşrevden semâîye, murabbadan türküye kadar pek çok türde değerli eserler besteleyen üstadın geniş kitleleri memnun edecek şarkılar ve fanteziler de yapması, kendini, hep bu musikinin bir mücahidi gibi görmüş olmasına bağlanabilir.

Çok yakın bir zamanda, bir arkadaşımın, Erol Armutlu’nun verdiği bir kasetten çıkan bir şarkısını dinleyince, ölçüsü hiçbir kelimeye emanet edilemeyecek bir hayranlık doldurdu içimi. Bir hüzzam şarkı: Aşkınla yanıp geçti gönül her hevesinden. Yalnız onun değil, bütün 20. yüzyıl bestekârlarının yaptığı en güzel şarkılardan biri. Ya o okuyuş! Ya o ses! Tahminimce 1960’larda, sesinin ve okuyuşunun kemal noktasında olduğu dönemde yapılmış bir kayıt. Günlerce yalnız bu şarkıyı dinledim. Günlerce herkese bu kaydı dinlettim. Sayısız kişiye internet aracılığıyla bu kaydı hediye ettim. Şunları söyleyerek: “Bu şarkı bir külliyâta denk, bütün bir kariyere bedel.”

Allah’ın ne talihli kuluymuşum! Yıllarca İstanbul Radyosu’nda kâh onun solo programlarında eşlikçiler arasında bulundum, kâh onun yönettiği Klasik Erkekler Topluluğu’nun sazları arasında. Zaman zaman Radyo dışında da beraberliklerimiz oldu. Eskişehir’e giderken konakladığımız bir lokantada Yorgo Bacanos’un Rum şivesini taklit ederek anlattığı yelek hikâyesini unutamam.

Bezmârâ’nın ilk konseri için davetiyesini verince, yazılanlara göz attı ve “Şeştâr da var mı?” diye sordu. Utanarak “Yok ama olacak inşallah” cevabını verdim. Bu sözümü, bazı bilgi eksiklikleri yüzünden henüz yerine getiremedim. Üstadıma duyduğum minnet borcumu, bir gün Bezmârâ’nın sazları arasına şeştâr da katılınca bir nebze ödemiş olacağım.

Kalitesizliğin ve seviyesizliğin hâkim olduğu bir dönemde bile imrenilecek iltifatlara ve imtiyazlara mazhar oldu. Gerçekte o çok daha fazlasını da hak etti.

Rahle-i tedrisinden çok öğrenci geçti, ama onun halefi olabilecek biri çıkmadı içlerinden. Bu onun kusuru değil. Bütün istisnaî insanların kaderidir bu: Arkalarında doldurulmaz bir boşluk bırakırlar.

Fikret KARAKAYA